Bu blogda yer alan yazı ve görsellerin telif hakkı Kemal Özyurt'a aittir. İzin almadan kullanılamaz.
12.3.12
18.2.12
11.12.11
SANATIN ÖYKÜSÜ
Sanat tarihi üstüne bir kitabı şöyle bir karıştırınca, en çok yıkıntılar, dinsel resimler ve anıtlar çarpar gözümüze. Ama sanat tarihi yıkıntıların öyküsü değildir, hele onu öğrenirken bir alay işe yaramaz ayrıntılar toplamını belleğimize yerleştirmemiz hiç gerekmez. Söz ettiğimiz yapı ve resimlerin adlarını, bulundukları kent ve ülkeleri bildirse de bize, sanat tarihinin gerçek konusu bu yapıların içinde ve çevresinde yaşanmış hayattır, o yapıtların gördüğümüz biçimde yaratılmalarını sağlayan evreni algılama dizgesidir. Çünkü insan kuşaklarının değişen düşünme ve eşyayı tanıma yollarının tuvale, taşla toprağa yansıma kurallarını bulgulamaya çalışır sanat tarihi. Bu yönleriyle toplumsal – düşünsel bir tarihtir, ancak her zaman aydınlanmayı bekleyen karanlık ya da silik noktaları da içerir. Örneğin Sanatın Öyküsü’nü* yazan E. H. Gombrich’i kitabının 274. sayfasındaki tablo karşısında gülümseten, böyle bir noktayı bulgulayışıdır. Ressam Mabuse yapıtında “Meryem’in resmini yapan Aziz Lukas” konusunu işlemiş. Ama figürlerini yerleştirdiği saray avlusunun görünümü, Meryem’le azizin hava akımı içinde oturdukları izlenimini vermektedir.
Bir ucundan ötekine, her yöresi, her kenti sanat tarihinin yadsınmaz önemdeki konularını oluşturan yapıt ve gereçlerle dolu ülkemizde, bu bilim dalının yeterince önemsenmediği bir yana, gerekli tanıtımı bile yapılmamıştır. Aslında, tarih ve uygarlık konusunda benimsenen ya da ileri sürülen çeşitli savları nesnel temellere kavuşturup gerçekleri herkesçe görülüp inanılır düzeye getirebilme olanakları vardır sanat tarihinin. İşte Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabı, böylesi güvenilir olanaklardan yararlanarak, Avrupa sanatı tarihini tümüyle kavranabilir bir insanlık tarihi bilincine götürecek düzenle anlatmaktadır. Çeşitli yüzyıllarda ve akımlarda Avrupa sanatına kaynak olmuş tarih öncesi ve günümüz ilkel toplulukları ile Mısır, Mezopotamya, İslam ve Çin uygarlıkları sanatlarına da bölümler ayrılarak önemli özellikleri belirtilmiştir. Sanatın tarihini öğretirken, bu alanda çok kullanılan terimleri de açıklıyor yazar. Örneğin, Hıristiyanlık sonrası Roma ve Bizans sanatlarına ayrılan bölümün girişinde bazilika, orta sahın, yan sahın gibi ilerki sayfalarda çok anılıp önemli değişimleri kavramamızı sağlayacak terimleri anlamlarıyla birlikte öğreniyoruz. Ama öykünün akışını bulandırmaz ölçüde az yer kaplıyor bu tanım parçaları.
Kitabın bölüm başlıklarından bazıları, sanat tarihinin toplumsal-düşünsel tarihe koşut gelişmesinin kanıtıdırlar: Gelenek ve Yenilik (İtalya’da geç XV. yüzyıl), Us Çağı (XVIII. yüzyılda İngiltere ve Fransa), Sürekli Devrim (XIX. yüzyıl). Ancak, ilginç olan, söz konusu toplumsal-düşünsel tarihi etkileme yönüdür sanatsal gelişmelerin. Avrupa uluslarını birbirine katan ünlü Reform bunalımını hazırlayan öğelerden bazılarını Sanatın Öyküsü içinde izleyelim:
“…Ne var ki Bramante’nin San Pietro tasarımı gerçekleşemeyecekti. Bu koca yapı o denli para yuttu ki, Papa, gerekli parasal kaynakları sağlamak amacıyla, Reform bunalımını öncelemiş oldu. Luter’i Almanya’da ilk açık protestoya iten şey, kilisenin yapımına katkı karşılığında günah bağışının satışa çıkarılması oldu” (s. 220).
“…Mahşer gününün ürkütücü görüntüleri, onu önceleyen belirtge ve mucizeler, bunca güç ve yetenekle görselleştirilmemişti henüz. Dürer’in hayalgücü ve halkın ilgisi genel bir tedirginlik yarattı. Ortaçağın sonuna doğru Kilise kuruluşlarına karşı, Almanya’da oluşup Luter’in yenilikçiliğiyle patlak veren hoşnutsuzluğu besledi” (s. 262).
Sanatın Öyküsü, çevirmenle yazarın önsözlerinden sonra yaklaşık otuz bölümden oluşuyor. Ayrıca, kaynakça ve dizinden başka, her bölümün bitişine de o bölümde işlenen dönem sanatçılarının çalışma koşullarını gösteren resimler eklenmiş. Çevirmenin, hem ülkemiz sanat tarihi bilimi, hem yine bu bağlamda Türkçenin durumu ve yapılan çalışmalar konusundaki anlamlı, içtenlikli önsözünü anmalıyım. “Öz Türkçe yeni önerileri alaya almak zahmetsiz bir iştir, ama asıl kınanması gereken şey, insanın kendi diliyle bir bilim dalını işleyememesidir” diyerek yakınan Bedrettin Cömert, çevirisinde dil bakımından gösterdiği özeni de belirtiyor. Başka bir özelliğini vurgulamak istiyorum ben, çeviri dilinin. İngilizcede, çoğulluk ile tekilliğin, “It’s a mosaic of bright and lively colours…” ve “It’s a mosaic of a bright and lively colour…” gibi açıkça kural olarak bulunan anlaşılırlık ve kesinleştirilmesini Türkçemizde karşılama çabasıdır bu, sayın Cömert’in. Çeviri tümce şöyle: “Taş veya cam parçacıklarının bıkmadan bir araya getirilmesiyle elde edilen,… canlı ve sıcak renklerli bir mozayik” (s. 96). Bu tümcede, çoğulluğu kesin olan renklerli sözcüğü yerine renkli sözcüğü kullanılmış olsa, aykırı gelmeyecek ama çoğul anlamın kesinliğini parçalayacaktı. Kitabı okurken, böylesi anlamları kesinleştirilmiş sözcüklü tümcelerle çok karşılaşıyoruz. Bir örnek daha vermek yeterlidir sanırım: “Güzel kıvrımlı giysilere bürünmüş ağırbaşlı havariler görmeye alışık inançlılar için bu tablonun ne denli saygısız, hatta hakaret edici olduğunu anlayabiliriz, çünkü aynı havarileri bu tabloda, kırışık alınlarlı ve hava koşullarının yıprattığı yüzlerli sıradan emekçiler olarak görüyorlardı” (s. 305).
Sanat tarihi bilgisi, yazın ürünleri üstüne bildiklerimizi destekleyip pekiştirmeye de yarıyor. Bir William Blake şiirinden söz etmek, ozanın özel mitologya ve imgelemini açıklamak için, şiir kitaplarına kendisinin yaptığı resimlerini göz önüne getirmek zorunluluğu vardır. Başka türden bir örnek olarak, Flaubert’in “Gönül Eğitimi”** adlı romanını alalım. Yapıtın olay örgüsü, çeşitli tabloların sanatçılara ısmarlanıp satıldığı Art Industriel çevresinde kurulur. Dükkânın sahibi Mösyö Arnoux’un eşiyle sevgi bağı kurar roman başkişisi Frédéric. Roman ilerledikçe, kavgalı gösterili öteki olayların çarpıcılığı arkasında usulca gerçekleşiveren önemli bir başka olay vardır: Mösyö Arnoux, tutarsız yatırımları nedeniyle, Art Industriel’i bırakmak zorunda kalır. Paris dışında bir fayans fabrikası işletmektedir artık. Bu değişimin yarattığı yeni (özellikle parasal) koşullar, romanın temel kişileriyle aralarındaki ilişkileri çok başka yönlere sürükleyecektir. Ancak, burada Sanatın Öyküsü’ne dönüp “Sürekli Devrim (XIX. yüzyıl)” başlıklı 25. bölümü incelemek kötü olmaz. “Büyük Fransız Devrimi dönemini niteleyen ve benim geleneğin parçalanışı diye adlandırdığım olgu, sanatçıların yaşam ve çalışma koşullarını ister istemez değiştirecekti. (…) Sanayi devrimi, mekanik üretimi egemen kılarak el sanatları geleneklerini yıkmaya başlamıştı. Dükkânın yerine fabrika geçiyordu” diyerek başlayan Gombrich, bu bölümde, tam roman öyküsünün yer aldığı dönemde Paris’in sanatsal etkinliğini sergiliyor. Gerçekçilik, izlenimcilik, vb. akımların art arda doğuşlarını, romanda örnekleriyle karşılaştığımız uyumsuz sanatçıların ortaya çıkış koşullarını görüyoruz. Bu sanat tarihi bilgilerinin edinilmesi, Flaubert’in yapıtının sanatsal bir kesite yerleştirilmesini olanaklı kılmaktadır.
Sonuç olarak, Sanatın Öyküsü’nün, sıkılmadan okunabilir bir sanat tarihi sunmasının ötesinde, bu bilimin önemini ve özellikle yazın dalına yardımcı olanaklarını duyumsatan bir yapıt olduğunu söyleyebiliriz. Alanında toplu bilgi verici, her yurttaşa açık bir kitap. İyi kâğıda özenli baskısı, renkli ve siyah resimleri görülmeye değer.
*Sanatın Öyküsü (Başlangıcından Günümüze Sanat Tarihi), E. H. Gombrich, çeviren: Bedrettin Cömert, Remzi Kitabevi Yayınları, 1976.
**Bir Delikanlının Romanı – Gönül Eğitimi (Education Sentimantal), Gustave Flaubert, çeviren: Cemal Süreya, Cem Yayınevi.
(Kemal ÖZYURT, Türk Dili, Sayı: 315, s. 659-660, Aralık 1977)
Bir ucundan ötekine, her yöresi, her kenti sanat tarihinin yadsınmaz önemdeki konularını oluşturan yapıt ve gereçlerle dolu ülkemizde, bu bilim dalının yeterince önemsenmediği bir yana, gerekli tanıtımı bile yapılmamıştır. Aslında, tarih ve uygarlık konusunda benimsenen ya da ileri sürülen çeşitli savları nesnel temellere kavuşturup gerçekleri herkesçe görülüp inanılır düzeye getirebilme olanakları vardır sanat tarihinin. İşte Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabı, böylesi güvenilir olanaklardan yararlanarak, Avrupa sanatı tarihini tümüyle kavranabilir bir insanlık tarihi bilincine götürecek düzenle anlatmaktadır. Çeşitli yüzyıllarda ve akımlarda Avrupa sanatına kaynak olmuş tarih öncesi ve günümüz ilkel toplulukları ile Mısır, Mezopotamya, İslam ve Çin uygarlıkları sanatlarına da bölümler ayrılarak önemli özellikleri belirtilmiştir. Sanatın tarihini öğretirken, bu alanda çok kullanılan terimleri de açıklıyor yazar. Örneğin, Hıristiyanlık sonrası Roma ve Bizans sanatlarına ayrılan bölümün girişinde bazilika, orta sahın, yan sahın gibi ilerki sayfalarda çok anılıp önemli değişimleri kavramamızı sağlayacak terimleri anlamlarıyla birlikte öğreniyoruz. Ama öykünün akışını bulandırmaz ölçüde az yer kaplıyor bu tanım parçaları.
Kitabın bölüm başlıklarından bazıları, sanat tarihinin toplumsal-düşünsel tarihe koşut gelişmesinin kanıtıdırlar: Gelenek ve Yenilik (İtalya’da geç XV. yüzyıl), Us Çağı (XVIII. yüzyılda İngiltere ve Fransa), Sürekli Devrim (XIX. yüzyıl). Ancak, ilginç olan, söz konusu toplumsal-düşünsel tarihi etkileme yönüdür sanatsal gelişmelerin. Avrupa uluslarını birbirine katan ünlü Reform bunalımını hazırlayan öğelerden bazılarını Sanatın Öyküsü içinde izleyelim:
“…Ne var ki Bramante’nin San Pietro tasarımı gerçekleşemeyecekti. Bu koca yapı o denli para yuttu ki, Papa, gerekli parasal kaynakları sağlamak amacıyla, Reform bunalımını öncelemiş oldu. Luter’i Almanya’da ilk açık protestoya iten şey, kilisenin yapımına katkı karşılığında günah bağışının satışa çıkarılması oldu” (s. 220).
“…Mahşer gününün ürkütücü görüntüleri, onu önceleyen belirtge ve mucizeler, bunca güç ve yetenekle görselleştirilmemişti henüz. Dürer’in hayalgücü ve halkın ilgisi genel bir tedirginlik yarattı. Ortaçağın sonuna doğru Kilise kuruluşlarına karşı, Almanya’da oluşup Luter’in yenilikçiliğiyle patlak veren hoşnutsuzluğu besledi” (s. 262).
Sanatın Öyküsü, çevirmenle yazarın önsözlerinden sonra yaklaşık otuz bölümden oluşuyor. Ayrıca, kaynakça ve dizinden başka, her bölümün bitişine de o bölümde işlenen dönem sanatçılarının çalışma koşullarını gösteren resimler eklenmiş. Çevirmenin, hem ülkemiz sanat tarihi bilimi, hem yine bu bağlamda Türkçenin durumu ve yapılan çalışmalar konusundaki anlamlı, içtenlikli önsözünü anmalıyım. “Öz Türkçe yeni önerileri alaya almak zahmetsiz bir iştir, ama asıl kınanması gereken şey, insanın kendi diliyle bir bilim dalını işleyememesidir” diyerek yakınan Bedrettin Cömert, çevirisinde dil bakımından gösterdiği özeni de belirtiyor. Başka bir özelliğini vurgulamak istiyorum ben, çeviri dilinin. İngilizcede, çoğulluk ile tekilliğin, “It’s a mosaic of bright and lively colours…” ve “It’s a mosaic of a bright and lively colour…” gibi açıkça kural olarak bulunan anlaşılırlık ve kesinleştirilmesini Türkçemizde karşılama çabasıdır bu, sayın Cömert’in. Çeviri tümce şöyle: “Taş veya cam parçacıklarının bıkmadan bir araya getirilmesiyle elde edilen,… canlı ve sıcak renklerli bir mozayik” (s. 96). Bu tümcede, çoğulluğu kesin olan renklerli sözcüğü yerine renkli sözcüğü kullanılmış olsa, aykırı gelmeyecek ama çoğul anlamın kesinliğini parçalayacaktı. Kitabı okurken, böylesi anlamları kesinleştirilmiş sözcüklü tümcelerle çok karşılaşıyoruz. Bir örnek daha vermek yeterlidir sanırım: “Güzel kıvrımlı giysilere bürünmüş ağırbaşlı havariler görmeye alışık inançlılar için bu tablonun ne denli saygısız, hatta hakaret edici olduğunu anlayabiliriz, çünkü aynı havarileri bu tabloda, kırışık alınlarlı ve hava koşullarının yıprattığı yüzlerli sıradan emekçiler olarak görüyorlardı” (s. 305).
Sanat tarihi bilgisi, yazın ürünleri üstüne bildiklerimizi destekleyip pekiştirmeye de yarıyor. Bir William Blake şiirinden söz etmek, ozanın özel mitologya ve imgelemini açıklamak için, şiir kitaplarına kendisinin yaptığı resimlerini göz önüne getirmek zorunluluğu vardır. Başka türden bir örnek olarak, Flaubert’in “Gönül Eğitimi”** adlı romanını alalım. Yapıtın olay örgüsü, çeşitli tabloların sanatçılara ısmarlanıp satıldığı Art Industriel çevresinde kurulur. Dükkânın sahibi Mösyö Arnoux’un eşiyle sevgi bağı kurar roman başkişisi Frédéric. Roman ilerledikçe, kavgalı gösterili öteki olayların çarpıcılığı arkasında usulca gerçekleşiveren önemli bir başka olay vardır: Mösyö Arnoux, tutarsız yatırımları nedeniyle, Art Industriel’i bırakmak zorunda kalır. Paris dışında bir fayans fabrikası işletmektedir artık. Bu değişimin yarattığı yeni (özellikle parasal) koşullar, romanın temel kişileriyle aralarındaki ilişkileri çok başka yönlere sürükleyecektir. Ancak, burada Sanatın Öyküsü’ne dönüp “Sürekli Devrim (XIX. yüzyıl)” başlıklı 25. bölümü incelemek kötü olmaz. “Büyük Fransız Devrimi dönemini niteleyen ve benim geleneğin parçalanışı diye adlandırdığım olgu, sanatçıların yaşam ve çalışma koşullarını ister istemez değiştirecekti. (…) Sanayi devrimi, mekanik üretimi egemen kılarak el sanatları geleneklerini yıkmaya başlamıştı. Dükkânın yerine fabrika geçiyordu” diyerek başlayan Gombrich, bu bölümde, tam roman öyküsünün yer aldığı dönemde Paris’in sanatsal etkinliğini sergiliyor. Gerçekçilik, izlenimcilik, vb. akımların art arda doğuşlarını, romanda örnekleriyle karşılaştığımız uyumsuz sanatçıların ortaya çıkış koşullarını görüyoruz. Bu sanat tarihi bilgilerinin edinilmesi, Flaubert’in yapıtının sanatsal bir kesite yerleştirilmesini olanaklı kılmaktadır.
Sonuç olarak, Sanatın Öyküsü’nün, sıkılmadan okunabilir bir sanat tarihi sunmasının ötesinde, bu bilimin önemini ve özellikle yazın dalına yardımcı olanaklarını duyumsatan bir yapıt olduğunu söyleyebiliriz. Alanında toplu bilgi verici, her yurttaşa açık bir kitap. İyi kâğıda özenli baskısı, renkli ve siyah resimleri görülmeye değer.
*Sanatın Öyküsü (Başlangıcından Günümüze Sanat Tarihi), E. H. Gombrich, çeviren: Bedrettin Cömert, Remzi Kitabevi Yayınları, 1976.
**Bir Delikanlının Romanı – Gönül Eğitimi (Education Sentimantal), Gustave Flaubert, çeviren: Cemal Süreya, Cem Yayınevi.
(Kemal ÖZYURT, Türk Dili, Sayı: 315, s. 659-660, Aralık 1977)
10.12.11
Bahar Yolcusu
Not: Bugün (01.01.2013) internette dolaşırken Yuri Ochakovsky'nin Cartoonbank sitesindeki eserleri arasında bu karikatürle neredeyse aynı bir çalışmayla karşılaştım (54 nolu görsel); epey canım sıkıldı açıkçası: bu karikatürü birkaç kez çizip yarışmalara yollamıştım çünkü, hatta ilk nüshada "VIP" yazısı da yoktu sanıyorum. Allahtan ödül filan vermemişler, yoksa adım 'kopyacı'ya çıkardı kesin.
6.12.11
"Karikatürlerle Kültür Varlıklarımız 5" albümünde yer alan çalışmam
Burdur Müzesi'nin her yıl "Eski Eser - Müze ve İnsan İlişkileri" konusunda düzenlediği karikatür yarışmasına 2006-2009 yıllarında katılmış olan eserlerden ödül kazananlarla birlikte seçilen çizgileri kapsayan albümde yer alan çalışmam: EVREKA!
28.11.11
Melih Cevdet Anday portre karikatürü
11.11.11
YAZMA UĞRAŞI
Bir yaşambilimcinin bakışıyla yalnızca “ölü kıllar” olan bir genç kızın saçlarını sevgilisinin “canlı”, dahası bazen “canalıcı” diye nitelendirebildiğine tanık olmayan sanırım pek azdır. Ayrı kişilik ve bilgilenme olanaklarına göre aynı bir nesne ya da olgunun bu bazen birbiriyle karşıtlaşırcasına değişik biçimlerde algılanması, elbette o nesne ya da olgunun özelliklerinin başkalarına aktarılma biçimini az çok belirliyor (Karşılıklı konuşmada, dinleyenin kişiliği de, çoğun sınırlayıcı bir etkendir aktarılma biçimi üstünde). Bir yazarın göz ardı edemeyeceği bu kişilerin farklı algılama ya da yansıtma biçimlerini yazınbilim “bakış açısı” başlığı altında incelemektedir. Sözgelişi, Stevenson’ın The Strange Case of Dr Jeckyll and Mr Hyde’ının Türkçe çevirisine İki Yüzlü Adam adı konulursa, roman öyküsünün gizini daha başlangıçta açık eden çevirmenin metni sonundan okumaya başlamış sabırsız okurun bakış açısından sakınamadığı ileri sürülebilir.
Ferit Edgü, Yazmak Eylemi* adlı kitabında bir tek olayı konu edinip bu olayın değişik algılanma-aktarılma-yansıtılma biçimlerini sergileyen çeşitlemeler yazmış. Konu olarak seçilen olay: 14 Şubat 1980 günü, yasadışı bir eylem sonucu, kepenk kapatmaya zorlanan esnaf dükkânlarını açmamış İstanbul’da. Edgü, söz konusu olayın aktarılışında bazen toplumsal tiplerin bakış açısını seçmiş: “Ayaktakımı”, “Eskil”, “Politikacı”, vb. Bunlardan, yarıyıl dinlencesinde karşılaştığı bu ilginç olayı anlatan ortaöğrenim öğrencisinin bütünlük kazanmamış algılama düzeyi, arkadaşıyla yalnızca bankaların açık olduğunu gördüklerini belirttikten sonra sinemaya gitmelerine neden olarak yalnızca sinemaların açık olduğundan söz edişiyle ortaya çıkmaktadır (“Ödev”).
Bu olayın aktarılışında bazen, belli bir ruhsal durumdaki (herhangi) bir kişinin bakış açısı seçilmiş: “Kaçıksı”, “Kaygılı”, “Kızgın”, “Saplantılı”, vb. Edgü, seçtiği kişinin yalnızca ruhsal yapısıyla öylesine sınırlı tutmuş ki anlatımı, kaygılı ya da bıkkın kişilerin erkek mi yoksa bayan mı oldukları bile belirsiz kalabilmiş.
Yazar, önsözde, konu aldığı olayı yan tutmaksızın anlatmayı ereksediğini belirtiyor. Bu açıklama sınanabilir belki, ancak daha ilginci, seçilen olay üstünde yanlı ya da nesnel tanılarla gerekli önlem önerilerinin, olayın can ortasında yaşayan satıcıların değil de olayın etkisini ancak dolaylı olarak duyumsayan ya da hiç dokunca görmeyen kişilerin bilincinde oluşturulmuş oluşu. Bu, olgulara uzaktan bakan kişinin çevren genişliğindendir sanırım ya da soyutlama alışkanlığının gerçeklik üstünde egemenlik kazandığı vurgulanmaktadır.
Söz konusu olayın yansıtılışı için, yazınsal tür ya da kullanmalık metin biçimlerini de seçenekler olarak almış Edgü: “Günlük”, “Masal”, “Mani”, “Rubai”, “Ödev”, “Film Öyküsü”, “Röportaj” gibi. Hemen hepsi, tutarlı biçimde bileştikte bütünlüklü bir ana metin oluşturmaları olası bu metinler toplamı, yazarın amaçladığı “çeşitlemeler”den başka değil yazık ki, umut edilen canlı bir yazınsal metin (roman) örgenselliğine kavuşmuştur denemez.
Bu arada, konu edinilen olay tek bir zamandan yansıtılmıyor. Kimi kez Çarşamba, kimi kez dükkânların kapalı kaldığı Perşembe günü söze dökülen parçaların bazısı ise olay sona erdikten sonra anlatılanlardan oluşuyor (örneğin “Yemekcil”). Zaman bakımından bu üç seçenekli yansıtma olanağı tümüyle tüketilmiş olsaydı, Edgü’nün önsözde belirttiği gibi, 101 değil, 301 metin de yazılabilirdi. Kuşkusuz, yazarın amacı değişik yansıtma yollarının varlığını göstermek olduğundan ve konu alınan olay, bu olaya ilişkin tüm bilgiyi sayısı yirmiyi aşmayan sözcükle eksiksiz olarak ilettiği söylenebilecek, bu nedenle kısa sayılabilecek bir tek tümce ile (çünkü, bilindiği gibi, tümcenin uzunluğunu bağlaçlar aracılığıyla sonsuzlaştırmıştır dil) önsözde açıklandığından, okurun yönelmesi beklenen elbette tek tek parçalardır. Ne var, “Bıkkın” parçası tek başına alındığında konu olan olayla kesin bağ kurdurtacak bir belirtge taşıdığı söylenemez: Söze dökülme zamanı herhangi bir dinlence günü (sözgelişi Pazar) sayılırsa, ki parçada bu sayıltıyı geçersizleyecek kısıtlayıcı bir belirtge de yoktur, yalnızca bıkkın bir kişinin her günkü olağan yakınması durumuna gelebilmektedir parçanın iletisi.
Çekmecesini okur önüne çıkartmaktan çekinmeyen içtenlikli bir yazar olduğunu Ders Notları ile kanıtlamış bulunan Ferit Edgü’nün Yazmak Eylemi adlı yapıtı etyemezler dışındaki tüm okur ve yazarların beğenerek okuyup yararlanabilecekleri bir deneysel çalışma. Ustalığın göstergesi bir yazın şakası.
*Ferit Edgü, Yazmak Eylemi, İstanbul 1980, Ada Yayını.
(Kemal ÖZYURT, Türk Dili, Sayı: 354, s. 889-890, Haziran 1981)
Ferit Edgü, Yazmak Eylemi* adlı kitabında bir tek olayı konu edinip bu olayın değişik algılanma-aktarılma-yansıtılma biçimlerini sergileyen çeşitlemeler yazmış. Konu olarak seçilen olay: 14 Şubat 1980 günü, yasadışı bir eylem sonucu, kepenk kapatmaya zorlanan esnaf dükkânlarını açmamış İstanbul’da. Edgü, söz konusu olayın aktarılışında bazen toplumsal tiplerin bakış açısını seçmiş: “Ayaktakımı”, “Eskil”, “Politikacı”, vb. Bunlardan, yarıyıl dinlencesinde karşılaştığı bu ilginç olayı anlatan ortaöğrenim öğrencisinin bütünlük kazanmamış algılama düzeyi, arkadaşıyla yalnızca bankaların açık olduğunu gördüklerini belirttikten sonra sinemaya gitmelerine neden olarak yalnızca sinemaların açık olduğundan söz edişiyle ortaya çıkmaktadır (“Ödev”).
Bu olayın aktarılışında bazen, belli bir ruhsal durumdaki (herhangi) bir kişinin bakış açısı seçilmiş: “Kaçıksı”, “Kaygılı”, “Kızgın”, “Saplantılı”, vb. Edgü, seçtiği kişinin yalnızca ruhsal yapısıyla öylesine sınırlı tutmuş ki anlatımı, kaygılı ya da bıkkın kişilerin erkek mi yoksa bayan mı oldukları bile belirsiz kalabilmiş.
Yazar, önsözde, konu aldığı olayı yan tutmaksızın anlatmayı ereksediğini belirtiyor. Bu açıklama sınanabilir belki, ancak daha ilginci, seçilen olay üstünde yanlı ya da nesnel tanılarla gerekli önlem önerilerinin, olayın can ortasında yaşayan satıcıların değil de olayın etkisini ancak dolaylı olarak duyumsayan ya da hiç dokunca görmeyen kişilerin bilincinde oluşturulmuş oluşu. Bu, olgulara uzaktan bakan kişinin çevren genişliğindendir sanırım ya da soyutlama alışkanlığının gerçeklik üstünde egemenlik kazandığı vurgulanmaktadır.
Söz konusu olayın yansıtılışı için, yazınsal tür ya da kullanmalık metin biçimlerini de seçenekler olarak almış Edgü: “Günlük”, “Masal”, “Mani”, “Rubai”, “Ödev”, “Film Öyküsü”, “Röportaj” gibi. Hemen hepsi, tutarlı biçimde bileştikte bütünlüklü bir ana metin oluşturmaları olası bu metinler toplamı, yazarın amaçladığı “çeşitlemeler”den başka değil yazık ki, umut edilen canlı bir yazınsal metin (roman) örgenselliğine kavuşmuştur denemez.
Bu arada, konu edinilen olay tek bir zamandan yansıtılmıyor. Kimi kez Çarşamba, kimi kez dükkânların kapalı kaldığı Perşembe günü söze dökülen parçaların bazısı ise olay sona erdikten sonra anlatılanlardan oluşuyor (örneğin “Yemekcil”). Zaman bakımından bu üç seçenekli yansıtma olanağı tümüyle tüketilmiş olsaydı, Edgü’nün önsözde belirttiği gibi, 101 değil, 301 metin de yazılabilirdi. Kuşkusuz, yazarın amacı değişik yansıtma yollarının varlığını göstermek olduğundan ve konu alınan olay, bu olaya ilişkin tüm bilgiyi sayısı yirmiyi aşmayan sözcükle eksiksiz olarak ilettiği söylenebilecek, bu nedenle kısa sayılabilecek bir tek tümce ile (çünkü, bilindiği gibi, tümcenin uzunluğunu bağlaçlar aracılığıyla sonsuzlaştırmıştır dil) önsözde açıklandığından, okurun yönelmesi beklenen elbette tek tek parçalardır. Ne var, “Bıkkın” parçası tek başına alındığında konu olan olayla kesin bağ kurdurtacak bir belirtge taşıdığı söylenemez: Söze dökülme zamanı herhangi bir dinlence günü (sözgelişi Pazar) sayılırsa, ki parçada bu sayıltıyı geçersizleyecek kısıtlayıcı bir belirtge de yoktur, yalnızca bıkkın bir kişinin her günkü olağan yakınması durumuna gelebilmektedir parçanın iletisi.
Çekmecesini okur önüne çıkartmaktan çekinmeyen içtenlikli bir yazar olduğunu Ders Notları ile kanıtlamış bulunan Ferit Edgü’nün Yazmak Eylemi adlı yapıtı etyemezler dışındaki tüm okur ve yazarların beğenerek okuyup yararlanabilecekleri bir deneysel çalışma. Ustalığın göstergesi bir yazın şakası.
*Ferit Edgü, Yazmak Eylemi, İstanbul 1980, Ada Yayını.
(Kemal ÖZYURT, Türk Dili, Sayı: 354, s. 889-890, Haziran 1981)
30.10.11
DICACO 2011 "En İyi Karikatür Ödülü" kazanan çalışmam
Kore'de yirmi yıldır düzenlenen Uluslararası Daejeon Karikatür Yarışması'nın bol sayıdaki ödüllerinden biri. İlk A4 boyutlu kopyayı "Yeni Enerji Kaynakları" konulu yarışmaya gönderdikten sonra aynı espriyi renkli fon kağıdına yine ekolin ve guvaşla çalışıp Japonya'ya yollamıştım; Kyoto 2011 sergi albümünde de o versiyon yer alıyor.
8.9.11
"Geri Dönüşüm" konulu Lima 2011, Peru sergisindeki bant karikatürüm
Sergi e-albümü için tıklayınız: pdf
14.8.11
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)